Çay tiryakisi bir vâkanüvis, uzun seneler müdavimi olduğu Âsaf Osman Efendi’nin Üsküdar’daki çay dükkânı ile ilgili olarak hâtıra defterine sonradan şunları yazacaktır:

Bu dükkânın, aşkın ve muhabbetin demlendiği bir mekân olarak pek çok yerli-yabancı muharrir, edebiyatçı ve mûsikîşinasın İstanbul’daki uğrak yeri olma hususiyeti vardı. Deryadil, kalem sahibi, fenn-i mûsikîde temayüz etmiş mûsikîşinas ve nüktedan müdavimler, bu dükkâna ait ruhun ve peyzajın âdeta mütemmim bir cüzü gibiydiler. Mûsikîmize ait terennüm ve nağmeler yanında yer yer klâsik batı müziğine ait ezgiler ile de örülü mekânda kâbil-i ta’rif olmayan bir aşk neşvesi içinde çaylar içilir, şarkılar geçilir, şiirler, bercesteler, rubaîler ve geniş nefesli gazeller okunur, edîbâne sohbetler edilir, nükteler yapılır ve en çok da aşktan bahsedilirdi. Bazen okunan şiirlerin bir mısrası üzerinde ince bir dikkatle saatlerce durulur, mısranın her tekrarında faklı mânâlar devşirilir, bu sırada ‘kâse-i fağfurdan bâde-i vuslat içilirdi.’ Şifahî kültürün ve toplumsal belleğin canlı tutulduğu, felsefe, edebiyât ve sanat meselelerinin konuşulduğu bu dükkân bir nevî bir mahzen-i esrar-ı mûsikî ve mecma-ı zürefa idi. Buğusunda aşk, muhabbet, mûsikî ve şiir tüten dükkânda sohbetler divandan şiirlerle bezenir, orada oturanlar da bütün bir ömrün hâtırasını tazelerdi.

Aşk ve muhabbetle te’lif edilmiş dükkânda, pek sık aralıklarla tertib edilen mûsikî, meşk ve fasıl meclislerinde sürekli farklı makamlardan çaylar içilir, çoğu zaman Leylâ, Aslı, Lisa, Mona Rosa’dan bahisler açılır ve onlar üzerine konuşulurdu. Aşk ateşinden sinelerin yandığı, âhû gözlere âhlarla sürmeler çekildiği ve semaverde ahenk eyleyen su sesinin, icrâ edilen eşsiz mûsikîye karıştığı demlerde, mutripler ve hanendeler ahengi yükseltir, böyle zamanlarda mekân büsbütün bir aşk ve muhabbet hüviyeti kazanırdı.

Dolmabahçe’de üflediği ney sesinin karşıda Üsküdar’da duyulduğu Neyzen Aziz Dede ile Tanbûrî Cemil Bey’in dükkânda beraber Rast Faslı’nı geçtiği bir gün Gâlib Dede bir kenarda divanını tertip ediyor, Dede Efendi ise hem ‘Rast getirip fend ile hümâyı seyrediyor’ hem de güftesi Gâlib Dede’ye ait olan ‘yine zevrak-ı derunum kırılıp kenare düştü’ ile başlayan güfteyi Mâhûr makamında besteliyordu. Tanbûrî Cemil Bey, Şair Nigâr Hanım’ın tüm Boğaziçi’ne ve hisarlara sinen “Feryâd”ını Şehnâz makamında yine bu dükkânda ‘demlemişti’ ve Üstad Bekir Sıtkı Sezgin’in bu şarkıyı her okuyuşunda dükkân lebaleb dolar, bu mest edici sesin etkisiyle herkes vecd ile kendinden geçerdi. Bekir hoca, Aleaddin Yavaşça ile Sûzidilârâ makamına geçtiğinde ise “ab ü tab ile bu şeb” dükkâna “cânân gelir”, “göklere ah’lar erişir” ve “çin-i geysusuna zencir-i teselsül derlerdi.” Çay demlenirken makamlarla icrâ-yı âhenk edilerek bülbülün nâle vü feryâdına dem tutulan bu dükkânda Kâni Karaca içtiği aşkefzâ çayıyla aşka gelip yerinden gazel okuduğunda zaman mefhumu unutulur ve mekân tasavvuru değişirdi. Sonradan, bu çayı tadarak hürrem ü handan olan Dertli, ‘kıldı bir katresi mestâne beni’ diyecekti.

Râvıyân-ı ahbar ve nâkılân-ı âsar ve muhaddisân-ı ruzigâr şöyle rivayet ederler ki, Çengelköylü Neyzen Rıdvan Efendi, güftesi Es’ad Erbili’ye ait “Tecellâ-yı cemalinden Habibim nevbahar âteş” kasidesini hicaz makamında okudu muydu, ‘gül, bülbül, sümbül’, semaver ve dâhi her şey âteş olur, kasideyi dinleyenlerin ‘cân ü dil’i yanar ve ‘bunca âteş’ içinde dükkândan Üsküdar iskelesine koşup kendini denize atanlar olurdu. ‘Âteş-i sûzân-ı firkât ile cism ü cânı yanan’ bu müdavimler Kız Kulesi’ne kadar yüzüp dükkâna geri döndüklerinde, ancak burada içtikleri Ferahfezâ buzlu çay ile teskin olurlardı.

Hocası Vasilaki’nin olmadığı zamanlarda Tanbûrî Cemil Bey, sürekli paltosunun iç cebinde taşıdığı Andelib ismindeki kemençesiyle bizleri aşka getirirdi. Tanbûruyla Şedaraban Saz Semâîsi’ni çaldığında ise tanbûrun üstüne bülbüller konar, komşu konaklarda oturup da dışarı taşan bu nağmeleri duyanlar arasında balkondan düşenler olurdu. Yine Şedaraban Saz Semâîsi’ni icrâ ettiği bir gün, herkesin fincanındaki çay birden ateş kesilerek fincandan taşmış ve bütün bir mekân “âteş denizi”e dönüşmüştü. Cemil Bey mızrabını, tanbûrun tellerine vurdukça, fincanlardan taşan ateş Üsküdar sahilinden denize karışmış ve bütün bir Boğaziçi “ateş denizi”ne dönüşmüştü. Can havliye “aşkar”a binenler yanında bu “âteş denizi”nde yananlar da olmuştu.

Bazen bütün her şeye bir ‘es’ verilir, uzun bir sükût mûsikîsi olur ve gönül dostları “muhabbet razını birbirine hâmuş” söylerdi. Bu sükût mûsikîsi içinde ‘kalpten kalbe gizli yollardan’ geçilirdi. Dükkândaki emektar semaverde, demliklerde, bütün bardak ve fincanlarda, çay kutularında, üzerinde çay lekesi kalmış kitap ve kâğıtlarda, insan ömrünün farklı zamanlarına dair izler ve hâtıralar vardı. Bütün bu mûsikî ve semaverde kaynayan suyun sesi insanlarda derin bir sonsuzluk duygusunu uyandırırdı. Farklı makamlarda demlenen her bir çayda âdeta bir mûsikî notası cisimleşir ve bu çaylar, icrâ edilen mûsikî gibi ‘gönül telimizi’ titreterek rûhumuza nefahât salardı. Bir gelenek olarak, dükkân yakınındaki Mihrimâh Sultan ve Gülnûş Emetullah Vâlide Sultan Camilerinden vaktin makamına göre karşılıklı ezan okunduğunda ise hâzirûn vecde gelirdi.

Dükkânda hiç kimsenin olmadığı vakitlerde bile, tüm mekâna sinmiş olan Tanbûrî Cemil Bey’in tanbûrundan kopan nağmeler ve Münir Nurettin’in sesi duyulurdu. Hasat mevsimlerinde çay bahçelerine gidip gönül dostları için çay toplayan mekân sahibi, dükkânda yalnız kaldığı zamanlarda kendini sükût mûsikîsine ve kitapların engin deryasına kaptırıp gidiyor, Cinucen Tanrıkorur’un sonradan Hicaz makamında bestelediği, dükkân müdavimlerinden Şükûfe Nihâl Hanım’a ait meşhur güftenin dizelerine küçük bir ekleme yaparak, ‘Bir köhne kitap, bir sarı kandil, bir semaver neme yetmez’ diye terennüm ediyordu.

“Zamanın akışını yumuşatmak” amacıyla yazdığını söyleyen Jorge Luis Borges, İstanbul’a geldiğinde, bu duyguyu en çok bu dükkânda hissettiği için kitaplarının bazısını burada yazardı. Çok istediği halde bir ömür boyu semaver sahibi olamayan Ahmet Hâşim, bu sızısını ve hasretini bu dükkânda dindirir, “Mai bir akşam” vakti semaverin hemen yanı başında Çin kâsesinde çayını içtiğinde sükûn bulur ve “eşkâl-i hayatı havz-ı hayâlin sularında” seyrederdi. Marcel Proust’un, madlen kurabiyesi ile karışık çaydan aldığı ilk yudumla, Ahmet Hâşim’in deyimiyle “bir zevk-i tahattür” ile, o güne kadar fark etmediği bazı çocukluk hâtıralarına dalarak o ânları ve duyguları yeniden yaşayıp ‘kayıp zamanın izini’ sürdüğü gün, Milan Kundera, zamanı buradaki kum saatinde damıtıyordu. İyi bir romanı iyi demlenmiş bir çaya Henry James, semavere yakın bir köşede oturmuş elindeki çay dolu fincanda yansıyan yüzünü sükût ile seyredip sonsuz hülyalara dalıp giderken, Rilke, Mâhûr makamındaki güllü çayında hayatının “saf çelişki”sini yaşıyordu. Bu hengâmda, dükkân mutfağında Proust’un halası Léonie hanım madlen kurabiyelerini, Heybeliadalı mûsikîşinâs Nihân hanım ise damak çatlatan nefasetteki o meşhur kekini pişirmekle meşguldü. Edebiyât ve mûsikî câmiasınca pek beğenilmiş ve Proust’un da fincandaki çayına batırarak yediği bu kurabiyeler ve kekler sonradan diğer müdavimlerin de vazgeçilmezi olacak ve ‘Proust’un Madlen Kurabiyesi’ ve ‘Nihân Hanım Keki’ olarak bilinecekti.

Shiller ile zaman zaman bir araya gelip çay içen ünlü düşünür Wolfgang von Goethe, Almanya’da Weimarer Musenhof adındaki edebiyât salonunda dönemin entelektüelleri için verdiği çay davetlerinde görmediği kadar bir sıcak bir muhabbeti bu dükkânda bulacak ve normalde çok şekerli içtiği çayına bu muhabbetten dolayı burada şeker atma ihtiyacı hissetmeyecekti. Çay masası için ‘kalpten kalbe muhabbetin yeridir’ diyen Goethe, sonradan hayranı olacağı Hâfız-ı Şirazi’nin “kanayan rengi ile gül gibi açan” şiirlerini ilk olarak buradaki şiir matinelerinde büyük zevkle dinleyecek ve Hâfız’ın çok büyük bir şair olduğunu söyleyecektir. Rivayete göre ‘Batı-Doğu’ divanının bir kısmını burada yazacak ve Mozart’ın, mehter marşından esinlenerek bestelediği Türk marşını burada dinlediğinde ona olan sevgisi daha da artacaktı. Weimarer’e döndüğünde, Üsküdar’daki bu çay muhabbetini ve Nevakâr’dan dükkâna “dağılan Nevâ’nın esrârı”nı, o sıralar Wiemer Sarayı orgculuğu ve kemancılığı görevinde bulunan Bach’a anlattığında ise Bach kendinden geçecekti.

Çay konusundaki hassasiyetiyle bilinen Refik Halid ancak burada gönül rahatlığıyla çayını içer ve huzur taşan bu dükkânda saatlerce otururdu. Semaverin kaynadığı bu sıcak dükkân kadar huzur verici bir mekân düşünemeyen Refik Halid, burada buğulara gömülüp fincanın lezzetine gömüldüğü vakit natıkasının açıldığını, neş’esinin taştığını, hoş sohbet, mültefit ve iyimser bir adam haline geldiğini, yaşamaktan müthiş zevk aldığını söylerdi. Stephan Zweig Viyana’daki evinde yalnız kaldığı zamanlarda Rilke kendisini ziyarete gider ve beraberce İstanbul’a bu dükkâna muhabbete gelirlerdi. Zweig, başlamış olduğu Tolstoy biyografisini bu dükkanda tamamlarken, Rilke, Salome’ye bazı mektuplarını yine burada yazardı.

Rivayete göre, İngiltere’de ‘beş çayı’ geleneğini başlatan Bedford düşesi Anna (Bedford şehri dük’ünün eşi), bu dükkânda günün her saatinde çay muhabbetinin yaşandığını duyduğunda çok şaşırır ve buradaki muhabbete katılma arzusuyla yanıp tutuşur. Bu çay muhabbetine vâsıl olmak üzere yolunu İstanbul’a düşürdüğünde, gecenin sabaha evrilen demine kadar süren muhabbet meclisine katılırak farklı makamlarda çay içerken, icrâ edilen mûsikîyi büyük bir hayranlıkla dinler, dükkân çalışanlarının ince bir sanatı icrâ-yı ahenk eylediğini ve çay mûsikîsine ait aletlerin, onların elinde mâhir bir sazendenin elindeki bir mûsikî aleti gibi işlediğini görür ve bundan çok etkilenir. Anna, yıllarca büyük bir bahtiyarlıkla ve şevkle anlatıp duracağı, Şehrazad’ın binbir gece masallarına taş çıkaracak, görmelere sezâ bu meclisin neden İngiltere’de de olmadığına çok hayıflanıp durdu.

Her dem Nedimâne sözlerin edildiği ve âşıkâne şiirlerin okunduğu, gönül dostlarının, Sâmî’nin deyişiyle, ‘gel söyleşelim cümle geçen demleri cânâ’ dedikleri bu dükkânda, müdavimler bir birlerinin çehrelerinden “varâk-ı mihr ü vefâyı” okurlardı. Çay harmanlarından alınan ilhamla şiirler, soneler ve serenadlar yazılır, gün yüzü görmemiş âşıkâne sözler ilk defa burada dile getirilir ve âşıklar sevgililerine buradan devşirdikleri sözcükleri fısıldardı.

‘Nâr-ı firkât şûle-pâş oldukça’ yanıp duran semaverden ve tanbûrdan taşan aşk ve muhabbet tufanı altında, bütün bu mûsikî ve nağme şelâlesi ile kendimizden geçtiğimiz ve çerh-i felekten kâm aldığımız bu dükkânda, Aleko Bacanos, Acemâşîran makamında “Gel ey denizin kızı” dediği zaman, dükkân müdavimlerinden Deniz Kızı Eftelya, Kız Kulesi açıklarından yüzerek Üsküdar iskelesine çıkar ve dükkâna gelir, ‘nûş-i çay eder’ ve ‘mestane bakışlarla’ bizi ‘mest ü harab ederdi’. Yine Deniz Kızı Eftelya’nın dükkâna uğradığı bir akşam, Bâkî, “Müheyyâ oldu meclis sâkiyâ peymâneler dönsün / Bu bezm-i rûh-bahşın şevkine mestâneler dönsün” diyecek ve İzmirli misafirlerden Râkım Elkutlu bu beyiti hemen oracıkta Hüseynî makamında besteleyecekti. Bu sırada, Sadullah Ağa ile Enderûnî Vâsıf Efendi, “dide-i ağyardan nihân olup” her daim ‘iskelede âmâde’ bekleyen kayıkla “mahîce Göksu’ya revan olacak” ve orada kendilerini bekleyen Lavtacı Hristakî Efendi ile “bir âlem-i ab eyleyeceklerdi.” Sonrasında, Münir Nurettin, eski Boğaziçi’nin mehtâplı gecelerindeki sandallardan taşan mûsikî şehrâyininden aldığı ilhamla Nihâvend makamında bestelediği ”Kandilli yüzerken uykularda” şarkısını okuduğunda Boğaziçi’nin bütün o debdebe ve ihtişamı hissetmemek kâbil değildi. Yahya Kemâl, Münir Bey’den en çok Itrî’nin Nevakâr’ını dinlemekten haz duyar, bu eser için “bir terennüm ki hem geniş, hem şûh” derdi.

Nev’eser Kökdeş’in “hicazkâr hayâline daldığı” demlerde ve İnci Çayırlı Hanım’ın, Sultaniyegâh makamında “şarkı söylediği zaman”larda ise, “mevsimler değişir gibi içimiz kımıldar” ve “hayata doyulmazdı.” Yine dükkânın hemen yakınında yer alan Salacak sahilinde “Talat’ın devri”nde mehtâba çıkıldığında kamer “ondördünde seyredilir” ve çaylar “işrab edilir” idi. Dükkânda, kimi zaman da İstanbul’un ve gönlümüzün “İncesaz”ından yayılan nağmeler ta “Çamlıca’nın bahçelerinden” duyulurdu.

Tolstoy, “insan ne ile yaşar?” sorusuna cevap aradığı dönemde bu dükkâna uğramış ve burada insanların çay, mûsikî ve edebiyât ile yaşadığını görmüştü. Nazım Hikmet’in, sonradan Mesud Cemil tarafından Hicaz makamında bestelenecek “martılar ah eder çırparlar kanat” şiirini bu dükkândan Üsküdar’daki martıları seyrederek kaleme aldığı gün, Kafka, Milena’dan aldığı mektupların bir kısmını dükkân önünde Dostoyevski’nin yakmış olduğu odun semaverinde tutuşturmakla meşguldü. Dükkândaki çayların en büyük tiryakilerinden biri olan Dostoyevski, bir süreliğine batıyı gezip gördükten sonra tekrar İstanbul’daki bu dükkâna dönecek ve batılılar için, “onlar bizim kadar iyi çay demleyemiyor ve bu onların, bizim düşüncemize ulaşamama sebebidir” diyecekti. Şair İbrahim Bey ise mutadı olduğu üzere, kendisi için ayrılmış özel masasında içmiş olduğu her bir çay harmanının kendisinde hâsıl ettiği duygu ve düşünceleri şiire tahvil ediyor ve orada bulunup da İbrahim Bey’in yazmış olduğu onlarca çay şiirini dinleyenler bundan çok mütelezziz oluyorlardı.

Kadim İstanbul mûsikîsi yanında dünyanın diğer seçkin eserlerinin de işitildiği dükkânda, bir bahar akşamı Hâfız Sâdeddin Kaynak ve Hâfız Kemal sûzidil makamında“ey gonca açıl zevkini sür fasl-ı baharın” eserini birlikte okuduklarında İstanbul’un bütün goncaları açılacak hemen oracıkta dükkân kolonlarından biriyle beraber mekân sahibi de yere yıkılacaktı. Her ikisi de yüzlerce eser vermiş ve aynı yaşta hayata gözlerini yummuş olan Şevki Bey ve Franz Shubert de dükkânın sıkı müdavimlerindendi. Schubert, meşhur “bitmemiş senfoni”sini bestelerken, hemen yan masada oturan Rahmi Bey, Şevki Bey’in vefatının ardından güftesi Recaizâde Mahmud Ekrem Bey'e ait olan ‘Şevki yok’ redifli şiiri Beyâtî makamında besteleyecek ve ‘Gül hazîn, sünbül perişan, bâğzarın Şevki yok.‘diyecekti.

Yine Tanbûrî Cemil Bey’in, Şedaraban Saz Semâîsi’ni çaldığı birgün, bilâ-istisna herkesin elindeki çay dolu bardak ve fincanlar yere düşecek, tam bu sırada Şair Nedim, “dökülen mey kırılan şîşe-i rindan olsun” diyecekti. Enderûnî Hâfız Hüsnü Efendi’den mûsikî alan ve kendisi gibi “gönüller yakan” Bestenigâr çayını içmeye gelen billûr sesli hânende Bestenigâr Hanım da, Sâdeddin Paşa’ya ait Çemberlitaş’taki konaktan buraya sık sık gelirdi. Pek çok müdavim, Bestenigâr Hanım’ın okuduğu eserleri dinlemek için sabahın çok erken vakitlerden itibaren dükkân kapısında beklerdi.

Uzun yıllar, “gamzedeyim, devâ bulamam” diyen ve “hicâbı, hâlini takrire mâni olan” Kemanî Tatyos Efendi ile “olmaz ilaç sine-i sad pareme” diyen Hacı Ârif Beyler, aradıkları ‘devâyı’ bu dükkânda içtikleri Kürdilihicazkâr, Hicazkâr ve Segâh çaylarında bulacak, Oğuz Atay, ‘acılarını’ yine bu iki-üç çay ile dindirecekti. Karşıda, Rumelihisarı’nda şair Nigâr Hanım’a yakın bir konakta ikâmet eden Hâce-i dövvom Enis Efendi hergün ‘âfak mülevven’ iken ‘nûr-u mücessem’ kayığı ile Üsküdar’daki Balaban Tekkesi iskelesine gelerek bu dükkâna geçer, Hicaz makamındaki çayını içerken aruzla yazdığı şiirleri yine Hicaz makamında besteler ve yabancı dillerde yazılan şiirleri Türkçeye tercüme ederdi. Güftesi Bâki’ye, bestesi Tanburî İzak Efendi’ye ait Şedaraban Nakış Yörük Semâî’yi ve Şedaraban Beste’yi, “Şen gönüller yatağı” olan ‘Boğaziçinden bir gurup mûsikîşinas koro halinde Gönül Hanım şefliğinde’ birlikte okunduğunda ise, zaman büsbütün erguvanî bir renge boyanır, ‘Boğaziçi’nin tüm güzelliği duyulur ve Gönül Hanım’ın değişiyle “Gönlümüz sanki bu âlemde dâim olmak ister”di. Dükkân sahibi, okunan bu iki Şedaraban nadide eserin, “bu âteş güfte rengîn besteler hûnîn terennümler”in sonunu getiremez, terennüm (ye le le le le le le le lel li vay) kısmında oracıkta düşüverir ve ancak “çeşme-i hurşîd”den akan Şedaraban çayı ile kendine gelirdi.

Dükkânda, porselen demlikten yapılmış yuva içinde yaşayan ve Mâhûr makamındaki çayın içindeki gülistan için sürekli feryâd edip duran bülbül böyle zamanlarda ötmeyi unutur ve adeta lâl kesilirdi. Zaten hakikatte, “öyle sünbüllere bir böyle gülistân yaraşır” idi. Âşıkların gönül âteşiyle tutuşan semaverin ince mûsikîsinin, Neyzen Emin Dede’nin üflediği ney’den taşan nağmelere karıştığı bir gün, Dilhayat Kalfa hanım bir kenarda oturmuş Evcârâ makamındaki çayını içiyor ve herkes gibi birazdan icrâ edilecek kendi bestesi olan Evcârâ saz semâîsini bekliyordu. Genel olarak dükkânda hangi makamda fasıl tertip edilecekse, o makamda çay demlenir ve ikrâm edilirdi. Gönül makamında ve kum saatindeki dört zamanlı sofyan usûlünde demlenen çayları içenler, ıtırıyla beraber çayın ve eşsiz mûsikînin rûhlarına akıp gittiğini hissederlerdi. Bir zaman sonra, yine Tanbûrî Cemil Bey’in Şedaraban Sâz Semâîsi’ni çaldığı bir demde, dükkân tavanında derin bir çatlak oluşacak, bu sırada Kemanî Sarkis Efendi ve İhsan Raife hanım, bir köşede oturup ‘kimseye şikayet etmeden kendi hâllerine ağlayacaktı”. Bu küçük dükkânçede, Gönül Hanım’ın değişiyle “cümlemize bir elif mikdarı yer vardı hâsılı”. Dokuz yıllık Paris hayatında, Mallerme ve Paul Verlaine’den ilhâmla, “mûsikîsi olan şiir”deki “ritmi” ve “derûnî ahengi” Vachette’de ve Saint Michel bulvarındaki diğer kafelerde arayan Yahya Kemal, oralarda bulamadığı bu unsurları, müdavimlerinin estetik zevkler ve güzellikler damıttığı ve aynı zamanda ‘ehl-i aşkın neşvegâhı’ olan bu âsude dükkândaki çay muhabbetinde bularak ‘Üsküdar vasfında gazel’i yazacak ve şu enfes dizeyi dile getirecekti:

Her lâhzası bir zemzeme-i Sûzidilârâ
Her saâti bir fasl-ı Beyâti Araban’dır.

Esasında bu beyit, Üsküdar ile birlikte aynı zamanda Üsküdar’ın mütemmim bir cüzü olan çay dükkânını tasvir etmek için söylenmiş gibidir.

Bütün bu saz ü söz, fasıl ve mûsikî meclisleri sonrasında mekân sahibi, çay demlemekten murad olunan “neşe-i muhabbetin” hâsıl olduğunu hissederek bu durumdan pek mütehassis olur ve Taşlıcalı Yahya Efendi’yi hatırlayarak küçük bir kelime değişikliği ile ona ait şu beyiti terennüm ederdi:

Kâşki sevdiğimi sevse kamu halkı cihan
Sözümüz cümle heman kısaa-i ‘çaydan’ olsa.